
Önümüzde yol almakta olan gri renkli ticari aracın gövdesi en az yirmi yıllık yayların üzerinde bir o yana, bir bu yana esniyor. Aramızdaki toz bulutu ve daha da önemlisi, sol alt köşesi macunla onarılmış bagaj kapağı, yükleme alanındaki mangalı görmeme engel olamıyor. Toprak zemindeki çeşit çeşit kusurun titrettiği is bağlamış kirli telin mangala her vuruşu beynimde yankı buluyor. Üstüne üstlük, bir çift karpuz her virajda düzensizce yer değiştirerek mangala çarpıyor ki yeşil meyvelerin bu göçebe halleri burnumuzun dibinde dünyanın en kaotik piknik yolculuğunun yapılmakta olduğunu hissettiriyor.
Ticari aracın arka koltuğunda oturan yaşlı kadının başı her çukurda bağımsızlığını ilan ediyor da sağdaki sürgülü camın tek karışlık açıklığından dışarı uzanarak kaportaya tutunan eli milimetre oynamıyor. Sol omzumun ardından sigara uzatan Emre’nin elini fark ettiğimde yaşlı kadının şaşmaz elleriyle yakama yapışmak üzere olduğunu sanarak irkiliyorum.
“Napıyosun oğlum!” diye çıkışıyor Emre.
“Hiç,” diye yanıtladıktan sonra sigaradan bir nefes çekiyor ve pamuk sesi ucuz ses sistemi yüzünden incelen Fransız dilberi Françoise Hardy’e kulak veriyorum. Tazeliği, güzelliği, tatlılığı, kıskançlığı ve melankoliyi zamansız biçimde temsil eden bu sesi ruhumda duyarken; aynı anda gri renkli bir ticari aracın paralel evrendeki yamuk yumuk hallerine maruz kalmak sinirimi bozuyor. Kısa süre içinde, an öyle sarkastik bir vaziyet alıyor ki Ümit’e seslenip “Dur,” diyorum. “Bir şeyler yiyelim, karnım acıktı.”
İki yanı da ince çalılıklarla çevrelenen bu yayla yolunun zemini, yer yer rastlanan asfalt kalıntılarıyla bundan daha iyi günler gördüğünü kanıtlıyor. Çalılıkların birkaç metre ötesinde, yamaçlardan yükselen ve gövdelerinin yokluğunda havada asılıymış gibi görünen ağaçlar yaşıyor. Bu ağaçların koca dalları bazen yola kadar uzanıyor ve üzerimizde cılız bir kemere dönüşüyor. Ötede, çalıların içeri doğru hafifçe açılarak doğal bir cebe dönüştüğü noktayı fark eden Ümit, toz içinde kalmış Subaru’yu kenara çekiyor.

Peynir, pastırma, Konya gevreği, Alman usulü kornişon turşusu ve Guinness’ten oluşan menümüz birkaç dakika içerisinde arka kanadın üzerine kuruluyor. Françoise Hardy’nin sesini duyarken az evvel bahsettiğim ticari aracı izlemek mi daha sarkastik yoksa bir devrin ralli ikonlarını tanımlayan, bir neslin otomobil sevgisini şekillendiren kanadın üstünde Konya gevreği kırıntıları bırakarak pastırma tüketmek ve hatta kanada çemen bulaştırmak mı daha sarkastik bilemiyorum… Yine de Allahın cezası hafif ticari görünürde olmadığı için memnunum. Böylece Ümit, Emre ve Françoise ile beraber kısa, keyifli bir piknik yaparak karnımı doyuruyorum.
Yeniden yola koyulduğumuzda, sonsuz hevesi ve sarsılmaz iyi niyeti ile her sürüşte daha çok sevdiğim Impreza’nın bugün pek gönülsüz yürüdüğünü hissediyorum. Otomobil toz içinde, hırıltıyla nefes alıp verirken Sapanca’dan uzaklaşan bir yayla yolunda değil de Hakone virajlarında olmak arzusunu içe atılmış bir siteme dönüştürüyor. Impreza’nın huysuzluğu sahibine aksetmiş olacak ki Ümit ara ara, üstelik hiç lüzumu yokken, otomobili istismara varan bir sertlikle kullanıyor. Böyle anlarda altımızdaki halı sertçe çekilmiş gibi kayarak yol alıyoruz.

Birkaç karter çiziği, birkaç sigara ve sonu gelmez sarsıntılardan sonra yaylaya ulaşıyoruz. Önümüzde uzanan yemyeşil çayırlar, yaşlı ağaçlarla çerçevelenip masmavi gökyüzünün bir duvarına asılmış gibi… Dört tekerlekten çekiş sistemlerinin en acımasızıyla donatılan Impreza’nın soğuma çabaları çıtırtılara dönüşürken, bir takım endüstriyel kokular (debriyaj) yaylanın ruhu aydınlatan tertemiz esintisine karışıyor. Otomobile dönüp ön yolcu kapısından içeri eğiliyor ve Françoise Hardy’nin sevdiğim bir kaydını çalıyorum: Voila.
Derken geride bir kısa korna çalınıyor. Yarı belime kadar otomobilin içinde, elimde telefonum, gayri ihtiyarı arkama dönünce gri renkli ticari aracın yaklaştığını fark ediyorum. Aceleci tavrından hiçbir şey yitirmemiş olan sürücü hemen yanımızdaki sağ viraja girdiğinde karpuzlar mangala son kez çarpıyor ve geçip giden aracın arka camındaki tuğra, tıpkı huzurumuz gibi, tozun içinde kayboluyor.
SON
Yazıdaki fotoğraflar Leica M6 kamerayla Fujifilm Acros 100 filme kaydedilmiş ve herhangi bir dijital manipülasyona maruz bırakılmamıştır. Saf analog fotoğrafların tadını çıkarın;






Merhabalar abi, yazılarını okurken hep bir ritüelim vardır, sihirli cümlelerini sindirmek için ve hak ettiği saygı göstermek için arkaya bir klasik müzik açılır ve arada durup derin nefes alıp gözlerimi kapatırım ve istisnasız bunu her yaptığım da kendimi direksiyonda yaşadıklarınızı hissederken bulur, midemde kelebekler uçuşmasına sebeb olurum, cümleler eksik ve yetersiz kalıyor anlatmaya çalışıyorken yaşadıklarımı…İnanılmaz yazı için tüm saygılarımı sunuyorum…🙏