İçeriğe geç

ST. MORITZ KAÇAMAĞI

Atatürk Havalimanı’nın güney çerçevesi olan Eski Havaalanı Caddesi’nde bir gece yarısı. Monokrom gökyüzünde asılı bulut kümelerinin yüksek kontrastlı dokusu, bir kararsız yağmurla, yeryüzüne temas ediyor. Üzerinde inlerle cinlerin top oynadığı asfalt ise gecenin karanlığına ışık tutmak ister gibi pasparlak. Hava Kuvvetleri Müzesi’ne yaklaşırken, bahçedeki emekli jetlere nispet yaparcasına, gaz pedalını eziyorum. Otomobil canlanıyor ve arkasında koca bir sprey bulutuyla ok gibi ilerliyor.

Bu geceki yağmur yeryüzüne yaramamış gibi. Bence yağmur düştüğü yeri coşturup yeşertmeli, çiçekler açtırıp geniş bir paletle renklendirmeli, cana can katmalı. Bu gece yağansa düştüğü yeri adeta uyuşturup uyutmuş gibi. Koca şehrin toprağında filizlenen sanat filmi hareketsizliği, bir çeşit yabani ot gibi, hızla yayılıp yükseliyor. İstanbul bu gece bir heykel kadar yorgun görünüyor.

Derken yukarıda, sol çaprazımda, otomobilin medeniyet piramidindeki yerini hatırlatmak ve az evvel nispet yaptığım jetlerin intikamını almak ister gibi görünen bir Boeing 737 beliriyor. Uçağın iniş aydınlatmaları nemli karanlığı deliyor. Giderek yükselen motor sesi ise morfinlenmiş geceyi uyandırmaya çalışıyor. Modası geçmeyen harikulade bir manzara.

“Gel,” diyorum. “Bir oyun oynayalım! Sunroof’u açar mısın?”

Hemen yanımda, bembeyaz bacakların üzerinde ipekten bir şerit gibi nazikçe bağlanmış ellerden birisi yukarı uzanıyor. Ve önce perde, sonra tavan penceresi, ön cama çarpan su damlaları gibi, geriye doğru kayarak kayboluyor.

“Sence,” diyorum. “Tavandaki boşluğu iniş takımlarına denk getirebilir miyiz?”

*

İstanbul’dan havalanan bir uçağın içinde Münih’e doğru alçalırken, gözlerimi istemsizce aşağıdaki otomobillerin tavan pencerelerine dikiyorum. Hepsi kapalı!

Ah, ruhsuz herifler!

Bizi kıskanıp kıskanmadıklarıyla ilgili yorum yapmayacağım. Fakat şahsımın bu memlekette kıskandığı bazı şeyler var. Güneş gibi.

Güneş kazanını Konyalı bir düğün pilavcısı gibi bilmiş bilmiş karıştırdıktan sonra, tanrının bizim coğrafyaya bol kepçeden muamele ettiğini söyler dururuz. Güneşin çil çil telleri buralara öyle cömertçe düşmüştür ki şark güneşinden kavrulmuş komşularımızdan biri şemsiyenin icadını akıl etmek zorunda kalmıştır.

Ne hikmetse, diğer taraftan daha parlak göründüğü söyleneduran güneşin Avrupa’yı bütünüyle pas geçtiğini zannediyoruz. Öyle ki rahmetli dedem Kıta Avrupası’nı sonsuz genişlikte bir karanlık oda sanıyordu. Avrupalının güneşi görünce türkücüye film çektirmek yerine kendisini parklara bahçelere atması, cabrio otomobili zengin oyuncağından değil de ihtiyaçtan sayması ve karanlık yerlerini güneş karşısında cesurca hatta edepsizce!? sergilemesi hep bundandı.

Doğrusu, Avrupa’da kışlar bizdekinden çok daha karanlık geçer. Medeniyet semalarının bu mevsimde çoğu zaman kirli bir kamyon çadırıyla örtülmüş gibi göründüğünü biliyorum. Acı bir soğuk da cabası. Ancak dünyamızın güneş çevresindeki raksı gereği mevsim değişince, buralarda bir güneş açar ki ben böyle latif, naif, doyurucu ve insan ruhunu iyileştirici bir ışık bilmiyorum. Bu, güneşin premium versiyonudur. Bizde Seda Sayan, onlarda Charlize Theron’dur. Bizim memlekette insanı cabrio otomobilinde zelil eder de az ötede yumuşakça parlayarak, kış boyunca paşa kılıcı gibi donuk donuk beklemiş çehreleri özenle ve nazikçe kızartır.

*

Geride kalan zaman içinde Bavyera, Tirol, Kuzey İtalya ve İsviçre diyarlarının dağ yollarında unutulmaz kilometreler kat ettim. Bu alanı uzun süredir takip edecek kadar inançlı insanlardan biriyseniz, bu seyahatlerin çoğunda sürüş zevkinin peşinde koşturduğumu biliyor olmalısınız. Frenleri pişen 124 Abarth, yüksek süratte altımdan kaçmak için can atan M2 Competition, ilk keşiflerimdeki yol arkadaşım Z4, Enzo Ferrari’nin evini ziyarete gittiğim M140i, İsviçre’nin hatırı sayılır geçitlerini ilk kez geçtiğimiz 2 Serisi Cabrio…  Hemen hepsi, bitmeyen sürüş zevki arayışım ve otomobile doymayan nefsim içindi.

Bu kez koşturmak istemiyorum. Miadı dolmuş politikacıların çiğ gürültüsünden, sallanıp duran masalardan, kendi halinde yaşamaya çalışanın yakasına çöken gündemden biraz olsun uzak kalmak ve güneşlenmek istiyorum. Kumaştan imal edilmiş bir tavanın altında, derhal Alp Dağlarına erişmek ve sonrasında yola tavansız devam etmek niyetindeyim. Münih’ten yola çıkıp akşam yemeğini St. Mortiz’de yemek ve sonra bir sakin gece sürüşü yapmak kendimi mutlu saymam için yeter de artar.

Fakat öyle olmuyor. Münih’e ulaştığımda kumaş tavan yerine karbon tavan buluyorum. Allah başka dert vermesin! Kendi halinde bir cabrio otomobil benim için makul bir yol arkadaşı olurdu. Ne de olsa kendi halinde bir cabrio otomobil sizi sükunete, romantik dağ geçitlerine, kış güneşine sevk eder. 600 beygir güç üreten V8 motorlu bir aygır ise sizi ancak kötü yola sevk edecektir. Kumaş tavanın altı ne kadar romantikse, karbon tavanın altı o kadar tahrik edicidir. Kumaş tavan bir bahar esintisiyse, karbon tavan saniyeler içinde sırılsıklam eden bir yaz yağmurudur. Kumaş tavan meleklerin saçı bozulmasın diye icat edilmişken, karbon tavan içimizdeki şeytanı muhafaza eden bir emniyet önlemidir.

Kumaş tavan Şevval Hanım’a, karbon tavan Ayşe Hatun’a yaraşır.

*

V8 motorun otoparka yayılan soğuk çalıştırma uğultuları tanrının sadece taşlara değil bazı değerli metallere de can verdiğini kanıtlıyor. Direksiyonun gerisine yerleştikten sonra en sevdiğim donanımlardan birinin otomobilde bulunduğunu fark ediyorum: Koltuk havalandırma. Böylece hem ısınıp hem serinler vaziyette, Almanya’nın meşhur otoyol ağına keyifle bağlanıyorum. Yere yakın burnundaki bir çift böbrek ızgarasını açan otomobil, kariyerinin zirvesinde bir narkotik köpeği gibi, hız sınırı olmayan en yakın düzlüğün kokusunu almak için hırsla hırıldıyor. Ve o düzlük belirdiğinde, hasret giderecek olmanın coşkusuyla, gaz pedalını zemine yapıştırıyorum. M5 içimdekileri söküp atacakmış gibi hızlanıyor, Fransız protestocuları gibi ses çıkarıyor ve her türden tıkanıklığı sekiz silindirle sıkıştırıp yüksek emisyonlu egzoz gazına dönüştürüyor. Ne makine yahu!

Bazı düzlükleri burada telaffuz etmek istemediğim hızlarda ve Bernd Rosemeyer’i anarak geride bırakmak kabini müthiş bir özgürlük duygusuyla, bir hafiflemeyle dolduruyor. Bu arada Almanya’da 300 km/s bandının üzerinde yol alıyor olsanız bile daima sizden hızlı bir ticari aracın arkanızda biteceğini hatırlatmadan geçemeyeceğim. Besbelli tanrı beyaz Sprinter’lara da can vermiş. Ya da şeytan.

Otoyol kilometrelerini, kalkış için hızlanan bir uçakla yarışabilecek biçimde geride bırakmak elbette son derece doyurucu. Yine de bu tecrübenin sunduğu sürüş zevkinin yaz yağmuru gibi çabuk geçtiğini söyleyebilirim. Elektrikli otomobille tam ‘gaz’ hızlanmak gibi: 0-100 bandını birçok içten yanmalı otomobilin hayal dahi edemeyeceği sürelerde geride bırakmak etkileyici mi, evet. Ancak bunun sürdürülebilir bir zevk olduğunu düşünmüyorum zira aynı şeyi yaparak kaç kez aynı lezzeti duyabilirsiniz ki?

Sürüş zevkinin içinize işlemesini ve saatlerce sürmesini istiyorsanız virajlara ihtiyacınız olacaktır. Doğada kıvrım kıvrım kıvrılan, akıp giden, her biri öncekinden ve sonrakinden farklı, her biri kendi halinde virajlara.

*

Yola çıkalı çok olmadı. Krün isimli Bavyera kasabasında bulunan marketlerden birinin otoparkında, sandviç ve kahve molası veriyorum. Otoyol konforundan sıkılıp köy yollarına navigasyonun önerdiğinden daha erken bağlandığım için biraz zaman kaybetmiş olsam da neşem yerinde. Uzun yolculukların sandviç ve kahve molalarındaki neşeyi siz de duyuyor musunuz? Tutunma limitlerine yakın bir tempoyla onlarca virajı geride bırakmaktan sıcaklamış bir otomobilden daha iyi bir piknik masası bilmiyorum. Otomobil çıtırdar, sandviçten bir lokma. Otomobil çıtırdar, kahveden bir yudum. İnsan daha ne ister?

İnsan bu, neler istemez ki?

Alplere oyulmuş tünellerde M5’in yankılarını dinlemek ister. Neye benzediğini merak ediyorsanız Cemal Reşit Rey Senfoni Orkestrası’nın 2002 yılındaki Haydar Haydar performansını dinleyebilirsiniz.

İnsan bir senedir eline almadığı film kamerasını bol bol kullanmak ister. Fırsatını bulduğunda ise doğru pozlama yapmayı beceremez ve yazıyı süsleyen kara kara fotoğrafları çeker.

Tarihin ilk dört çekerli BMW M5’inin arkadan tahrikli sürüş modunda neler yaptığını görmek ister ama bunu başkaları, özellikle de trafik kameraları görsün istemez.

Karbon seramik frenlerin sadece İstanbul Park’ta değil, yüksek tempolu ve uzun soluklu yol sürüşlerinde de gerekli ve etkili olduğunu keşfetmek ister.

Ve tabii ki tavandaki boşluğun iniş takımlarına denk gelmesini ister.

*

İsviçre sınırını geçtikten sonra hava tahminlerini haklı çıkaran bir ortamla karşılaşıyorum: Parlak bir gökyüzü ve yaklaşık 15 derece sıcaklık. Sakin geçitlerde, onda sekizlik bir tempoyla, akıp gidiyorum. BMW M5’le ilgili söylemek istediğim birkaç şey var: Otomobilin ağırlığını gizlemekteki becerisi göz alıyor. Dar virajlarda bile akıcılığını yitirmeyen, yüksek çekiş gücü üretmesine karşın esnekliğinden ve ayarlanabilir yanından ödün vermeyen bir süper sedan. Garching’in bazı gelenekleri zamana uydurarak hakkıyla yaşatması müthiş bir şey.

Böylece, Münih plakalı bir otomobilin Avrupa yollarındaki ağırlığını bir kez daha duyarak, St. Moritz’e ulaşıyorum. Başta da belirttiğim gibi, bir yemek molası vermek ve biraz hava aldıktan sonra yola devam etmek istiyorum. Ayrıca dünyanın en prestijli klasik otomobil yarışlarından birisi olan Bernina Gran Turismo’nun koşulduğu Bernina Geçidi’nin virajlarını keşfetmek ve geçidin en üst noktasına ulaşmak niyetindeyim.

St. Moritz’de yemek yerken, yan masada kayak tulumunun içinde Martini yudumlayan Roger Moore’u görmek gibi hayallerim vardı. Ne var ki kış olimpiyatlarıyla, James Bond serisinden sahneleriyle ve olgun, zarif lüksüyle bildiğimiz St. Moritz bugün bana başka görünüyor. Nasıl desem, zenginliğin oturmamışı vardır, bilirsiniz. Baktığım çoğu yerde hoppaca tavırlara şahit oluyor, yüksek perdeden kahkahalar duyuyorum. Yemekte, kendimi eğlendirmek maksadıyla, kırık dökük Almancamın yetmediği anların çevirisi için gözlemlerimden destek almayı ihmal etmiyorum.

“Aşko, Bodrum’dan villa alacak mıyız?”

“Yavrum o araba sana büyük gelir!”

“Kanka Rolex’te sıra var.”

*

Bernina Geçidi’nin zirvesi.

Kalabalığın gürültüsü yaklaşık 500 metre aşağıda kaldı. Birkaç otomobile rastlamış olmam dışında geçidin bütünüyle ıssız olduğunu söyleyebilirim. Sanki çevredeki bütün insanların aynı anda dermanı kesilmiş de hepsi aşağı yuvarlanmış gibi. Kimse yok.

Tırmanışta meşhur Bernina Ekspresi ile karşılaştım. Bembeyaz yamaçlarda, kırmızı gövdesiyle, metal tekerlekli bir İsviçre bayrağı gibi dalgalanıyordu. Yaklaşık 80 km/s hızla yol alan treni bir müddet takip ettim. O ara Sarı Mercedes filminin tren sahnesi hatırıma geldi. Oscar seviyesinde performansıyla Bayram karakterine can veren İlyas Salman’ı, bu karakterin hiç sahip olmadığı oyuncak treni, kırmızı renkli TCDD lokomotifini ve bozkırın sarı sıcağında Balkız’ın başına gelen talihsizlikleri anımsadım.

Şimdi, gün batımına çok kalmamışken, Bernina Geçidi’nin tepesindeki rüzgârı içime içime çekiyorum. Az sonra V8’i yeniden çalıştıracağım. Daha sonra rüzgârı arkama alıp, vadiler boyunca kıvrılan dağ yollarının karanlığında, James Bond’un düşmanlarını kovalar gibi sürüş yapacağım.

*

SON

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

INSTAGRAM

Fakat… Manuel şanzımanın geleneksel ve modası geçmeyen zevki, yalnızca sürüş yapmak için yolda olduğumuz nadir zamanları neşelendiriyor.
Spor otomobilinizi kaç pedallı tercih ederdiniz?
BMW’nin ülkemize özel hazırlayıp BMW Individual kataloğuna dahil ettiği Borusan Turkish Blue (P9E) renkli ve manuel şanzımanlı M4 ile bir süredir beraberim. Türkiye’deki üç pedallı tek örnek, sorusu olan? @bmwturkiye @bmwm @bomotorsport
Manuel şanzımanlı #BMW #M4 (ülkemizdeki tek örneği) ile yağmur altındaki kuzey ormanlarında… Doğrusu, sabah sürüşleri nadiren bu kadar iyi olur! Bir sonraki videoda otomobilin çok özel renginden söz edeceğim. @bmwm @bmwturkiye @bomotorsport
Yeni MINI Countryman’in üçüncü nesli Türkiye’de. #mini #countryman
BMW 5 Serisi’nin sekiz nesli bir arada. Favoriniz hangisi ve niçin?
Hızlıca E34 M5 Touring: BMW M’in ilk steyşını. Performance Estate’in öncüsü. 1992’de bu gövde tipinin en hızlısı. Ondan nadiri neredeyse yok (456 adetle BMW M1). Ve belki de en önemlisi, elde üretilen son BMW M otomobili. Seviyorum.
Rafine otomobil nedir? Kullandığınız en rafine otomobil hangisiydi?
Birçok açıdan, sonraki M5’in habercisi: BMW i5 M60. #bmw
“Satın almanın ve satmanın gerçekliği çoğu zaman göründüğü gibi olmayabilir. Dahası, satış danışmanı, satın almada ve satmada güçlü biçimde rol oynayan psikolojik ve duygusal faktörleri göz ardı etme eğilimi taşır. Satış yapmanın bu daha az elle tutulur yanlarını gözlemlemekte başarısız olursa, bir satış danışmanı, nedenini anlamaksızın satış kaybedebilir.” diyerek başlamıştım.
BMW i5 M60 xDrive‘ın becerilerinden bir tanesi. #bmw #i5
Otomobil.

Bu blogu takip etmek ve yeni gönderilerle ilgili bildirimleri e-postayla almak için e-posta adresinizi girin.