İçeriğe geç

AKDENİZ SAHİL YOLUNDA

Datça’da pırıl pırıl bir sabah.

Çoğu tatil beldesinin kilitli taştan yollarına, trafik ışıklarına, yaya geçitlerine sinmiş olan tatil rehaveti Datça’ya uğramamış gibi görünüyor. Böyle hissetmemin nedeni, işe yetişme gayretinde olan Datça yerlisinin, kadınıyla erkeğiyle, küçük motosikletler üzerinde hızla hareket ediyor olması. Çok sayıda motosikletin aynı anda oynattığı kilitli taşlar kıpır kıpır, gelişigüzel melodiler çalıyor. Buna küçük hacimli motorların yüksek devirde çıkardığı incecik seslerin katılmasıyla, küçük şehir, tatilcinin derin uykusunu bölmekten çekinmeksizin kendi işine bakıyor gibi görünüyor.

Datça’nın bir diğer özelliği, ülkemizin en uzun devlet yolu D400’ün başlangıcında bulunması. Yaklaşık 2000 kilometrelik uzunluğuyla D400 kadim, bilge ve anlatacak hikayesi bol bir parkur. Burayı Hakkâri’nin Yüksekova’sına bağlamak üzere yolcularına Güney Ege’yi, Akdeniz’i, Çukurova’yı, Mezopotamya’yı anlatan bir parkur. Günümüzde hatırı sayılır bir kısmı çağdaşlaştırılarak bölünmüş yola dönüştürülen D400’ün kimi kısımları ise orijinalliğini muhafaza ediyor. Ülkemizin klasik sürüş rotalarından bazıları buralarda yaşıyor diyebilirim ki Kaş-Kalkan ve Finike-Demre bölümleri aklıma ilk gelen parçalar.

D400’ün Akdeniz Sahil Yolu’nu kapsayan bölümlerini öğrencilik yıllarımda -maalesef uzun zaman önce- keşfetmiştim. Ve seneler sonra, klasik bir rotayı yeniden ziyaret etmek için, sürüş karakteriyle geleneksel değerlere sahip çıkan bir otomobilin uygun olacağını düşündüm. Fotoğraflardan da gördüğünüz üzere bu kez yol arkadaşım Yeni BMW 3 Serisi. Kontağa basıp soluğu Hakkâri’de almak için harika bir gün ve harika bir otomobil. Ne var ki bugünün sürüşünü Antalya’da sona erecek şekilde planladım ki yaklaşık 500 kilometrelik rotanın sürüş süresi dokuz saatin üzerinde görünüyor. Eh, yolcu yolunda gerek. Böylece sahil kenti nezaketine sahip işletmeciyle vedalaşarak kahvaltıcıdan ayrılıyor ve günün geri kalanını geçireceğim spor koltuğa yerleşerek hareket ediyorum.

BMW Joy Blog’da daha önce paylaştığım yol hikayeleri için saf sürüş keyfini ön plana çıkaracak nitelikte rotalar seçmeye gayret ettim. Cide-İnebolu yolu, Anamur-Ermenek yolu ya da Tekirdağ’ın Uçmakdere yolu her sürüşü hatıraya dönüştürecek cinsten, zorlayıcı ve son derece özel parkurlar. D400’ün Datça-Antalya bölümü ise bazı yönleriyle öncekilerden ayrılıyor. Öncelikle bu parkurun hayli uzun ve çok renkli olduğunu söylemeliyim. Bir sabah Datça’dan yola çıktığınızda, D400 üzerinden Antalya’ya varana kadar lokal, turistik, tarımsal, endüstriyel, kırsal, şehirli, modern, klasik kısaca çeşit çeşit elementiyle bir uzun film izlemiş gibi hissedeceksiniz. Bu filmin kimi yerlerinde yavaşlayıp sonsuz maviliği seyre dalacak, kimi yerlerinde hız sabitleyicinin desteğiyle kilometreleri yutacak, kimi yerlerinde ise otomobilinizin kabiliyetlerini sınamak için birkaç vites düşürerek Korsika Rallisi’nde rekabet eden ralli pilotlarına öyküneceksiniz.

Datça-Marmaris yolunun kusursuz asfaltı sabah güneşinin açısıyla simsiyah ışıldıyor. Bazı kısımlarında geçen senelerin yangın yaraları halen belirgin olan sıcacık çam ormanları, parkuru ihtiyatlı ebeveynler gibi takip ediyor. Camı kısaca aralayıp içerinin çam kokusuyla dolmasını bekledikten sonra 3 Serisi’nin adaptif damperlerini Sport moduna alarak sıkılaştırıyor ve sabah saatlerinin sakinliğinde dünyaya uzak, otomobile yakın, hızlanıyorum. Yazının başlarında sürüş karakterinde geleneksel değerlerden söz etmiş ve BMW 3 Serisi’nin bu değerlere sahip çıktığını vurgulamıştım. Ağırlığı ön ve arka aksa eşit dağıtılmış kompakt gövde, arkadan tahrik ve sportif oturma pozisyonu bu değerlerin en önemlileri olarak an itibarıyla sabahımı güzelleştiriyor. Adaptif süspansiyonlar ise otomobili baktığım yere anında yönlendirmemi kolaylaştırarak sportif ciddiyeti derinleştiriyor. Datça-Marmaris parkuru emekli yazlıkçıların övmelere doyamadığı sabah denizi gibi istikrarla övülse yersiz olmaz.

Marmaris’ten Muğla’ya doğru yükselmeye başlayan D400, Akyaka’ya varmadan yüzünü Akdeniz’e dönüyor ve Köyceğiz’e doğru bir sakin alçalışa başlıyor. Devamında sürüş rotası olarak nitelendiremeyeceğim bölümlerdeki sürüş saatlerini Harman Kardon ses sisteminin incelikleriyle renklendiriyor ve öğleye doğru ciddileşen yaz sıcağını bertaraf edecek bir deniz kaçamağının hayaliyle Kalkan’a bağlanıyorum.

Kalkan-Kaş yolu kelimenin tam manasıyla bir klasik. Nasıl desem, Cide-İnebolu yolunun denize tepeden bakan uzlaşmaz karakterine kıyasla bu bölümün denize dostça, sürücüye ise sıcak kanlı bir mizaçla yaklaştığını söyleyebilirim. Burası muhteşem yamaçlarla Akdeniz’in arasına işlenmiş bir küçük koridorda, harika zemini ve çoğu açık görüşlü virajıyla tastamam bir klasik sürüş rotası. Müziğe ara veriyor ve sürüş keyfinin özünü oluşturan özgürlük duygusu tüm duyularımı uyarana dek hızlanıyorum. Birbirini izleyen onlarca virajın apeks noktasında Akdeniz’in alaca zeminini görerek yol almak ne büyük bahtiyarlık!

Kalkan-Kaş yolu üzerinde bulunan Kaputaş Geçidi’ne yaklaştığımda yolun her iki yanına park etmiş otomobillerin arasında uyuşuk akan bir trafik başlıyor. Trafiğin nedeni serin suyu ve turkuaz rengiyle meşhur Kaputaş Plajı’nın çok seviliyor olması. Buradan ilk defa yıllar önce, bir Mart gününde, ortadan motorlu iki kişilik bir otomobile geçmiştim. Ve Karayolları Genel Müdürlüğü’nün Kaputaş Geçidi’ne minnettarlıkla yerleştirdiği bir tabela, seneler öncesinden tanıdık bir duyguyu belki ilkinden de güçlü hissetmeme neden oluyor.

Bu yol hikayesi, Kaputaş’un açılışı sırasında hayatını kaybetmiş işçileri anmamız açısından, bahsettiğim tabela kadar kutsal olmayabilir. Yine de yaşları sırasıyla 17, 29, 31 ve 35 olan Hasan Şahin’i, Mahmut Erdoğan’ı, Mehmet Teker’i ve Mehmet Karagül’ü tek tek anmak ve kendilerine duyduğum gönül borcunu gıyaben paylaşmak istiyorum.  

Trafiği aksatmamak adına tabelanın altında üç beş saniyeliğine duraklayarak camı indiriyor ve kendilerine selam verdikten sonra yola devam ediyorum derken geçitte bir hoparlör sesi kopuyor: “Kırmızı renkli BMW araç! Yanlış parktan cezai işlem uygulanmıştır!” Bir kanyon ağzı plajı olan Kaputaş meğer sadece serin ve turkuaz suyuyla değil aynı zamanda tahammülü düşük memurlarıyla da meşhurmuş!

Kaş’ta bir yemek molası veriyor ve müthiş sıcağın da etkisiyle ağırlaşıyorum. Neyse ki ülkemizde denize girilebilecek en güzel yerlerden bazılarına çok yakınım ve bu fırsatı kısa bir molayla değerlendiriyorum. Akdeniz’de kulaçlarken sizi o noktaya taşıyan otomobili izleyebilmek ne büyük bahtiyarlık!

O otomobil yaklaşık bir saat sonra Demre tabelasını geride bırakıyor ve böylece bugünkü rotanın bir diğer can alıcı bölümü başlıyor. Demre-Finike parkuru sadece haritada inceleseniz dahi heyecan duygunuzu tetikleyip köpürtecek cinsten bir yol. Ve bu yolun hakkını vermek adına, otomobili yeniden Sport programına alarak keskinleştiriyor ve maviliğin kıyısında bir akıcı ritim tutturuyorum. Ön bölümün keskinliği, virajların ortasından çıkışa dek gaz pedalıyla nötralize olan tutunma karakteri ve arka kısmın neşeli dans figürleri akışa renk katıyor. Kızgın güneş altında kavrulan asfalt çoğu zaman kayganlaşır ancak bugün asfaltın lastiklere sıcak bir masaj havlusu kadar rahatlatıcı geldiğini ve deneyimden çalmadığını söyleyebilirim.

Vakti zamanında bütçesi Turizm Bakanlığı tarafından karşılanmış Antalya-Kemer yolu orijinal haliyle iki araca aynı anda zor geçit verirmiş. Öyle ki u virajlarda kamyonların dışta kalan arka tekerleklerinin dışarı taşarak bir süre havada yolculuk ettiği anlatılır. Bugünse bölünmüş, modern, bol radarlı ve kısmen kalabalık bir Antalya-Kemer yolundan söz edebiliriz. Harman Kardon ses sistemini ve hız sabitleyiciyi bir kez daha göreve çağırarak rahatlıyor ve varlığını usul usul hissettirmeye başlayan yorgunluğa karşı önlem alıyorum.

Ve Antalya’ya ulaştığımda uzun bir sürüş gününü planladığım şekilde tamamlamış olmanın rahatlığını duyuyorum. Bir yanımsa D400’den ayrılmamak ve geceyi Antalya’da geçirdikten sonra Yüksekova’ya kadar ilerlemek istiyor. Nitekim D400’ün Antalya-Hakkâri bölümünü bir başka Joy Blog hikayesine konu etmek umuduyla kuzeye sapıyor ve eve doğru uzanan bir çift LED farın gerisinde, gecede kayboluyorum.

SON

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

INSTAGRAM

Fakat… Manuel şanzımanın geleneksel ve modası geçmeyen zevki, yalnızca sürüş yapmak için yolda olduğumuz nadir zamanları neşelendiriyor.
Spor otomobilinizi kaç pedallı tercih ederdiniz?
BMW’nin ülkemize özel hazırlayıp BMW Individual kataloğuna dahil ettiği Borusan Turkish Blue (P9E) renkli ve manuel şanzımanlı M4 ile bir süredir beraberim. Türkiye’deki üç pedallı tek örnek, sorusu olan? @bmwturkiye @bmwm @bomotorsport
Manuel şanzımanlı #BMW #M4 (ülkemizdeki tek örneği) ile yağmur altındaki kuzey ormanlarında… Doğrusu, sabah sürüşleri nadiren bu kadar iyi olur! Bir sonraki videoda otomobilin çok özel renginden söz edeceğim. @bmwm @bmwturkiye @bomotorsport
Yeni MINI Countryman’in üçüncü nesli Türkiye’de. #mini #countryman
BMW 5 Serisi’nin sekiz nesli bir arada. Favoriniz hangisi ve niçin?
Hızlıca E34 M5 Touring: BMW M’in ilk steyşını. Performance Estate’in öncüsü. 1992’de bu gövde tipinin en hızlısı. Ondan nadiri neredeyse yok (456 adetle BMW M1). Ve belki de en önemlisi, elde üretilen son BMW M otomobili. Seviyorum.
Rafine otomobil nedir? Kullandığınız en rafine otomobil hangisiydi?
Birçok açıdan, sonraki M5’in habercisi: BMW i5 M60. #bmw
“Satın almanın ve satmanın gerçekliği çoğu zaman göründüğü gibi olmayabilir. Dahası, satış danışmanı, satın almada ve satmada güçlü biçimde rol oynayan psikolojik ve duygusal faktörleri göz ardı etme eğilimi taşır. Satış yapmanın bu daha az elle tutulur yanlarını gözlemlemekte başarısız olursa, bir satış danışmanı, nedenini anlamaksızın satış kaybedebilir.” diyerek başlamıştım.
BMW i5 M60 xDrive‘ın becerilerinden bir tanesi. #bmw #i5
Otomobil.

Bu blogu takip etmek ve yeni gönderilerle ilgili bildirimleri e-postayla almak için e-posta adresinizi girin.